Her soruya cevap var mı?

Her soruya cevap var mı?

Başlıktaki soruyu, her soruya cevap verebilir miyiz, her soruya cevap vermek doğru mu ya da gerekli mi diye de sorabiliriz. Hemen başta ifade edelim ki, evet her soruya cevap verilmelidir. Ancak cevap vermenin şekilleri, metotları vardır.

Fıkıhla ilgilenen insanlar olarak, hemen her gün değişik seviyelerde fıkhî sorulara muhatap olur, bunlara bir şekilde cevap vermeye çalışırız. Bazen bire bir çözüm sunar, bazen alternatif çözümler ortaya koyarak soru sahibinin bunlardan birini tercih etmesini ister, bazen de genel bakış açılarını vererek adetâ sorunun cevabını soru sahibine bırakırız.

Son şıkta, bazen soru soran kişinin ısrarla kesin çözüm talepleriyle karşılaşırız. Çünkü, genel bakış açılarını verip neticeyi kendisine bırakmak ona göre, bir ‘cevap’ değil, meseleyi ortada bırakmaktır. Halbuki biz bu metotla da cevap verdiğimizi düşünürüz.

Bu tavrı sergilerken, Bediüzzaman Hazretlerinin, Allah’ın duaya ‘cevap vermesi’ ile duayı kabul etmesi arasındaki farkla alakalı yaptığı enfes yorum, bize bir fikir verebilir. Bediüzzaman, konuyla alakalı mealen der ki: Kabul etmek ayrıdır, cevap vermek ayrıdır. Allah her duayı aynen kabul etmeyebilir ama her duaya cevap verir: Ya ahirete erteleyerek ya daha faydalı bir şekilde kulunun isteğini yerine getirerek ya da istediği şeyin zararlı olduğunu bildiği için onu vermeyerek! Üstad, Kur’an’da geçen bazı kelimelerden hareketle böyle Kelamî bir yorum yapar ve önemli bir zihnî problemi çözer.

Bu bakış açısı ve yorum, fıkhî soruların cevabını ararken de bizim için önemli bir çözüm yolu sunar. Buna Allah ahlakıyla ahlaklanma nazarıyla da bakabiliriz. Şöyle ki; soruyu soran kişi, bizden bire bir çözüm ister. Hatta tek cümle veya kelimeyle cevap vermemizi bekler. Fakat konu tek boyutlu olmadığından, kişinin psikolojisine, maddi imkanlarına, itikat seviyesine, sosyal çevresine, hatta bulunulan ülke şartlarına bakan yönleri bulunduğundan, bir cümleyle cevap vererek kestirip atamazsınız. Çünkü kişiyi tamamen tanımazsınız. Ne düşünür, malî durumu nedir, nasıl bir sosyal çevrede yaşar, ne gibi tecrübeleri vardır bilemezsiniz. Bunları soru esnasında sorsanız bile aldığınız cevaplar, şahsı tamamen tanımanıza yetmeyebilir. Soruya kâfi ve vâfi cevap verebilmek için bazen bütün bu şartları bilmek gerekir. Şahsiyetini, geçmişini, şart ve imkanlarını bildiğiniz biri hakkında sen şöyle yap diyebilirsiniz ama tanımadığınız kişi hakkında bu kadar rahat konuşamazsınız. Rahat konuşamadığınızdan dolayı da bazı prensipleri anlatırsınız, bir kısım ip uçları verirsiniz, gerisini onun varacağı ağırlıklı görüşe bırakırsınız. Böylece, aslında her soruya muhatap olup, alternatif çözümlerle, genel bakış açılarıyla kişiyi yönlendirmiş ve bununla bir şekilde soruya cevap vermiş olabilirsiniz ama insanların beklediği şekilde kesin bir şey söyleyemezsiniz.

Bu, aslında bir metottur.. Sorulara cevap vermede bir metot. Bu metot takip edilmediğinde, bütün benzer problemleri yaşayan insanları aynı hükme bağlamış ve meseleyi zorlaştırmış ya da ana mihverinden çıkarılmış olabilir. Tıpta her hastanın farklı olması, her hasta için farklı teşhis ve tedaviler gerektiği gibi fıkıhta da her insanın durumunun ayrı ayrı ele alınması gerekir. Bu yüzdendir ki, içtihatlar “genellik” özelliğiyle ortaya konsa da fetvalar “hususi” yönleriyle öne çıkar. Her insana verilecek fetva farklı farklıdır. Aynı fetvanın aynı problemi yaşayan insanlara verildiği de olur ve bunda isabet de yaşanabilir ama genellikle fetvalar kişiye özel verilir. Nitekim Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), en hayırlı amelin ne olduğunu soran ayrı ayrı kişilere ayrı ayrı cevaplar vermesi de bunu göstermektedir.

Bu sebeple, bir konuda fetva alan kişinin, aynı konuda problem yaşayan başka biri için kendisine verilen fetvayı aynen tavsiye etmesi risk oluşturabilir. Bu, ilaç kullanan hastanın aynı hastalığı yaşayan birine ilaçlarını vermesi, tavsiye etmesi gibidir. Halbuki her hastanın doktora görünmesi ve farklı yönlerden teşhis edilmesi gerekir. Hafif rahatsızlıklar yaşayanlar birbirlerine kullandıkları ilaçları tavsiye edebilirler ve bu herhangi bir risk oluşturmayabilir ama ciddî hastalıklarda bu yöntem büyük tehlikelere yol açabilir. Fıkıhta da aynı fetva farklı şahıslarda aynı neticeyi vermeyebilir, derde derman olmayabilir.

Farklı pozisyonlar, sorulan soruların cevaplandırılmasında önem arz eder. Bu farklılıklar bazen zaruret, bazen maslahat, bazen sedd-i zerai (tehlikeye giden yolu kapatmak) prensipleri açısından meseleye bakmayı gerektirir. Bir pozisyonun zaruret mi maslahat mı sedd-i zerai mi ya da örf açısından mı ele alınacağı konusunda tek başına karar vermek ise genelde zordur. Bir heyete, en azından bir kaç kişiye danışmaya ihtiyaç duyulur. Bu heyette, ilahiyat ilimlerini bilenin yanında, meseleyle alakalı ne kadar saha varsa o sahanın uzmanlarının bulunması ya da onlardan bilgi alınması gerekir. Ya da yetkili biri –ki genelde bu, ilahiyat ilimlerini bilen ve kendisine soru sorulan kişi olur- gerekli saha araştırmalarını yapar, uzmanları dinler ya da okur sonra kendisinde oluşan zann-ı galibe göre bir karar verebilir. Zann-ı galip, ağırlıklı görüş/kanaat demektir. Kendisine soru sorulan kişide oluşan zann-ı galip, soru sahibi için bir çıkış yolu, bir çözüm olur. Çünkü bilgili kişi tarafından gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra ulaşılan zann-ı galip de bir şerî hüküm sayılır.

Hatta soru sahibi de yaptığı araştırmalardan sonra zann-ı galip sahibi olabilir ve ona göre karar verebilir. Zira bu konuda dinimiz insana yetki vermiştir. Yeter ki insan, bu yetkiyi süistimal etmesin, haramı helal, helali haram kılmasın, cahilce davranışlara girmesin, yaptığını bilinçli ve bilgi ile yapsın. Dolayısıyla zann-ı galip sahibi olacak kişinin en azından temel dini prensipler bilgisine sahip olması gerekir. Yoksa bir bilene sormak zorundadır. Mesela, namaz kılacak olan, kıbleyi bilmiyorsa mevcut bilgi ve işaretlerden yola çıkarak bir tahmin çalışmasında bulunur ve ulaştığı neticeye göre namazını kılar. Daha sonra kıblenin tamamen yanlış olduğunu öğrense bile namazı iade/kaza etmesi gerekmez. Çünkü din, bu kişinin araştırmasına değer vermiş, onu araştırmaya yönlendirmiş ve ulaştığı neticeyi de geçerli saymıştır. Bu aynı zamanda kişinin aklını ve mevcut bilgilerini kullanarak araştırma yapması ve karar vermesi (içtihat) konusunda dinin verdiği cesarete bir örnektir.

Sorulan sorular bazen gerekli doneler, genel bakış açıları verildikten sonra soru sahibinin araştırmasına, soruşturmasına ve netice itibariyle de zann-ı galibine havale edilebilir. Tabi, soru sahibi sahanın içindeyse bu böyledir. Yoksa sahanın dışından biri olup sırf merakından dolayı soranlar bu kapsama girmez. Çünkü mesele, kendi sahasında bilgi ve araştırma istiyordur. Bunu da en iyi, sorunun sahibi yapar. Mesela banka işlemleri, yeni ortaya çıkan iş ve ticaret sözleşmeleri, sağlık sektöründe yaşanan yeniliklerle alakalı saha çalışanları tarafından gelen sorular hakkında uzun boylu araştırma yapmak gerekir. Bunu soruya mutahap olan da yapabilir ama soru sahibinin yaptığı saha araştırması daha yetkin olur. Kişi, araştırmalarını yapar, takıldığı yerlerde dinin bakış açılarını öğrenmek için soru sorulan merciye müracaat eder. Bu şekilde ikili çalışma ve araştırmayla konu çözülebilir.

Buraya kadar söylediklerimizden şöyle genel bir kural/netice çıkarmak da mümkündür: Özellikle hayatın ünitelerinin dallanıp budaklandığı günümüzde, meseleler çok komplike gelişmekte, basit bir konunun bile çok yönü bulunabilmektedir. Bir kişinin her konunun bütün yönlerini bilmesi ise mümkün değildir. Öyleyse günümüzde, problemlerin çözümünde heyet büyük önem arz eder. O zaman yapılması gereken şey, problemleri çözecek heyetler oluşturmak, oluşması yolunda hazırlıklar yapmak ve bu yönde çalışmaktır. Bu konuda resmî mercilere, cemaatlere ve tarikatlara büyük vazife düştüğünü düşünüyorum. Çünkü bu bir organizasyon işidir. Bunu ise ancak zikrettiğim üç tür organizasyon yapabilir.

Özetle; her bir soru ve soru sahibi özel ilgiye layıktır. Zira her bir kişinin farklılığı gibi o kişinin problemi de farklıdır. Farklılıklara göre araştırma yapıp, müzakerelerde bulunup karar vermek gerekir. Kimi sorular tek başına bir kişinin tek başına cevap vereceği cinstendir, kimileri de heyet müzakeresini ister. Günümüzde pek çok problem heyet çalışmalarını beklemektedir. Soruların cevaplandırılmasında gerekli ipuçları, genel prensipler belirlendikten sonra işin pratiğini soru soran kişinin kanaatine bırakmak da bir çözüm yoludur ki, zaman zaman bunun böyle olmasında maslahat vardır. Açıklaması yapılacak genel prensipler, soru sahibinin pratik hayatta haram-helal çizgisini korumasına yardım eder.