İdeal İdareciliğe Dair

İdeal İdareciliğe Dair

Temel anlayış/zihin yapısı oluşturma açısından

İdareciliğin özellikleri Kur’an ve Sünnet’te tafsilatlı bir şekilde anlatılmaz. Sadece onun ana özellikleri nazara verilir. Bunları kısaca, adalet, eşitlik, hürriyet, ehliyet ve istişare şeklinde ifade edebiliriz. Bu ve diğer özelliklere geçmeden önce idareci zihniyetinde mutlaka bulunması gereken bazı genel bakış açılarına dikkat çekmek istiyorum.

1- Başta bilinmesi gerekir ki, her insan Allah’ın kuludur; hiç kimse idarecisinin kulu değildir. Böyle bir hatırlatmayı fazla bulabilirsiniz. Ancak, bazı iradecilerde görülen temayül beni bu ikazı yapmaya sevk etti. Zira bazı idareciler, idarelerinde çalışan kişileri köleleri gibi görebiliyorlar. Genel olarak insanda böyle bir potansiyel temayül de vardır. Arapça’da köle manasına gelen abd kelimesi aynı zamanda kul demektir. Türkçe’de bazen bu kelime, ‘kul köle’ şeklinde iki manasıyla birden kullanılır. Hiç kimse birbirinin kulu kölesi değildir, kimse kimseye bu nazarla bakamaz, bu şekilde davranamaz. Aksine her insan, bedeniyle, ruhuyla, şahsiyetiyle, onuruyla, konumuyla hür olarak doğar ve hür olarak yaşar. Bu temel özellik teoride kabul edilse de bazen pratiğe yansımaz ve ciddî problemlere sebebiyet verir.

2-Bir başka husus şudur: Çalışan, Allah’ın idareciye emanetidir. Zira o, ekmeğini idarecinin yönetiminde kazanmakta, rızkını Allah ona idarecinin eliyle vermektedir. Böylece çalışan, rızkını dolayısıyla da şahsî ve ailevî geçimini idareciye teslim etmiş bulunmaktadır. Az önce belirttiğimiz gibi bu durum, çalışanın hürriyetini elinden almaz. O özellik mahfuzdur. Fakat vesilelik açısından çalışan kişi idareciye bağlıdır. Buna göre idareci de ona, hayatı kendisine emanet edilmiş insan nazarıyla bakmalı, gerekli itinayı göstermeli, maaşını zamanında vermeli, gücünün üstünde yük yüklememeli, sağlığını hatta ruhî manevî ihtiyaçlarını dahi düşünebilmelidir.

3-Diğer bir önemli nokta, mesuliyet şuurunun idarecinin en önemli özelliği olmasıdır. Evet, idareci mesuldür, bana ne diyemez, rast gele hareket edemez. Mesuliyet çerçevesinde idareci, çalışanın canını, malını, hürriyetini, sağlığını ve hatta psikolojik ve manevi hayatını da üzerine yüklenmiş demektir. Mesuliyet şuuru olmazsa, çalışanın bu temel hakları ihlal ya da ihmal edilir.

4-İdarecinin zihin yapısını oluşturması gereken başka bir konu da, idareci, halkın içinden biridir ve kendini öyle görmelidir. Ayrı bir tabakadan gelmiş, gökler ötesinden teyit alıp görevlendirilmiş falan değildir. Muvakkat olarak o göreve gelmiş, yük yüklenmiş, zamanı gelince de oradan ayrılacaktır. İdarecinin farklı kabiliyetleri bulunabilir. Zaten her insan farklı özellik ve kabiliyetlere sahiptir. Fakat bu farklılık, ontolojik olarak bir üstünlük sebebi değildir. İdareci, farklılığını yönetim ahlakıyla göstermeli, kendisini sevdirmeli, Allah’ı hoşnut, çalışanları da memnun edecek bir yol takip etmelidir.

5-Son olarak genel zihin yapıcı özelliklerden biri de şudur: Bugün idareci olanlar yarın sıradan bir insan olarak hayata devam edecek kadar hayatın realitelerine açık olmalıdırlar. Bu aynı zamanda onun tevazuuyla da alakalıdır. Dinimizde ve temel insanlık normlarında ömür boyu idarecilik diye bir anlayış, bir prensip yoktur. İdarecilik, gelip geçicidir, sırası gelen vazifesini yapar ve gider. Bu yüzden idareci, yarın normal hayatına döneceği şuuruyla yaşamalı, sıradan biri olduğu ve sıradan bir hayata döneceği realitesini aklından çıkarmamalıdır.

Bu girişten sonra en başta zikrettiğimiz idarecinin genel özelliklerine kısa kısa temas edebiliriz:

Ehliyet

Ehliyet, bir işe ehil olmak, o işi yapabilme özelliklerini taşımak demektir. Bir işi yapabilmek için ilim, tecrübe, sabır ve iyi niyet yeterlidir. Buna kısaca teknik ve ahlakî donanım da diyebiliriz. İdareci, idareye ehil olmalıdır. İdeal idarecide bulunması gerekli olan bütün özellikleri taşımasa bile, istişareye önem veren, mütevazı, iş takibi yapabilen, toplumsal adâbı bilen, içine kapanık olmayan insanlar idareci olmalıdır. Kuran, “Allah, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” (Nisa, 58) buyurur. Buradaki emanet, kullar arasındaki hüküm verme, ganimet ve zekat dağıtımı, idare etme gibi bütün işleri kapsamaktadır. Dolayısıyla eğitim, idare, yargı, ekonomi, muhasebe, ziraat, endüstri, gibi halkı birinci dereceden ilgilendiren işler ehline verilmelidir. Efendimiz de (sas), “Emaneti, sahibine (emin kimseye) ver.” (Ebû Davud, 3534) buyurur. Ayrıca Kuran’da iki ayrı yerde müminlerin sıfatları sayılırken emanet de zikredilir ve “O müminler, emanetleri gözetirler.” (Müminun, 8; Mearic, 32) buyurulur.

Emin olma vasıflarından biri, verilen işi yapmaya bedenen ve kabiliyet olarak güç yetirebilmektir. Fakat karakter ve ahlak açısından güvenilir olmayan kişinin bu özelliği yarardan çok zarar getirir. Mesela para zaafı olan birine muhasebe, makam düşkünü ya da zulmetmeye meyyal birine idare emanet edilmemelidir. Baştan bu özelliği bilinmese bile tecrübe edilip ortaya çıkarıldıktan sonra o işten el çektirilmelidir.  

Burada şu soru ortaya çıkar: Emanete tam ehil insanları nasıl bulacağız? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Tabiîdir ki, her zaman her yerde bütün insanlar yaptıkları işlere tam ehil olmayabilirler. Böyle insanları bulmak her zaman mümün olmaz. Bu durumda, işi götürebilecek ana özelliklerin bulunmasını yeterli görmek gerekir. Bununla beraber, idarecide eksik olan özellikler, yardımcılar,  danışmanlar, heyetler tarafından telafi edilmelidir. Nitekim hiç bir devlet sisteminde idareler ideal özelliklere sahip olmadıklarından dolayı, sistemi koruyucu ve devam ettirici bir kısım yan mekanizmalar geliştirilmiştir. Muhalefetten yargıya, denetleme mekanizmalarından medya organlarına kadar pek çok yan mekanizma..

İdareye ve müesseseye zarar verecek özelliklere sahip kişiler iş başına getirilmemelidir dedik. Mesela, çalıştığı kişilerle sağlıklı diyalog kuramayan birine, sırf para yönetimi iyi diye yönetim idare edilmemelidir. Çünkü kişiler arası diyalog, toplumun ve idareciliğin ana unsurlarındandır.  Bu unsurun idareci dışında biri ile dışarıdan telafisi de genelde mümkün değildir. Fakat, kişiler arası diyaloğu güzel olup da para idaresi zayıf olan biri idarecilik için düşünülebilir. Çünkü para idaresi doğrudan ve kısa vadede kişilere yansımaz. Diğer yandan para yönetimiyle alakalı tecrübeli birinin o işe vaziyet etmesi ve idarecinin o zayıf yönünü tamamlaması hemen her zaman mümkündür.

İdeal olan, idare ve iş yönetimine her yönden ehil olanların getirilmesidir. Fakat bu her zaman mümkün olmayacağından, idarecinin deruhte ettiği işin farklı yönleri için farklı ehil insanlar bulması ve bunların konsensüsünü sağlaması gerekecektir. Esas idareci de burada ortaya çıkacaktır. İyi bir idareci, bizzat yaptığı işlere ehil olmasa bile bu eksikliğinin farkına varıp ehil insanları toplayarak onlara iş yapma imkanı sunmasını bilendir. Böylece iş ve idareler, bir şahsın üzerine değil bir heyete yüklenmiş ve idare daha kolay hale gelmiş olacaktır.

Bu şekilde şu sorunun da cevabına gelmiş bulunuyoruz: Ehil insan yoksa, söz konusu ayet ve hadisler, bize ehil insan yetiştirme ya da ehil insanları arayıp bulma vazifesi de yüklemiş olmuyor mu? Gayet tabii ki, evet. İşleri yüklenebilecek ve hakkıyla eda edebilecek, bilgili, tecrübeli insanlar yetiştirmek gerekiyor ki, işler sahipsiz kalmasın. Bu yönüyle, her bir idareci aynı zamanda bir yetiştiricidir ve öyle de olmalıdır. Geleceğin idarecileri, bugünkü idarecilerin yanında yardımcı olarak çalışan, onlarla ortak iş yapan, onların hemen her hareketine, uygulamasına, stratejisine şahit olan kişilerden çıkacaktır. Bunun yanında idareci olacak kişilere yönetimle alakalı seminerler de verilmeli ki, ehliyet özelliğinin teorik kısmı eksik kalmasın.

Hasılı, mezkur ayet ve hadislerden, işi ehline emanet etme emrinin yanında, iş emanet edilebilecek kişilerin aranıp bulunması, yetiştirilmesi yönünde bir emir de ikinci planda anlaşılabilir. Bu yüzden konuyla alakalı ferdî ve kurumsal çabalara ihtiyaç vardır.

 

Adalet

Adalet yüksek bir değerdir ve Kuran’da Sünnette övülmüştür. Ayetlerde şöyle buyrulur: “Adaletli davranın. Allah adaletli davrananları sever.” (Hucurat, 9). “Allah adaletli olmayı emreder.” (Nahl, 90). Allah Resulü (sas) ise şöyle buyurur: “Hükümlerinde adaleti esas alan, aile fertlerinin ve sorumlulukları uhdesine tevdi edilmiş insanların hukukunu gözeten adil kişiler, Allah nezdinde, nurdan kürsüler üzerine kurulacaklardır (âhirette elde edecekleri derece çok yüksek olacaktır).” (Müslim, İmâre 18).

Adalet bazen eşitlik şeklinde tecelli etse de genel olarak o, “Herkese hakkını vererek, dengeli davranmak, dengeyi sağlamak” demektir. İnsanlar farklı kabiliyet ve konumdadırlar. Kabiliyet ve konumlarının farklılığına göre farklı davranılmayı hak ederler. İdareci bu farklılıkları iyi bilmeli, herkese kabiliyet, konum ve şartlarına göre davranmalıdır. Bu arada bazı hususlar elbette eşitliği gerektirir. Eşitliğin şart olduğu yerlerde de idareci herkese eşit imkanlar sunmak zorundadır.

Pratik hayatta şöyle bir problemle karşılaşıyoruz: İdareci, adalet gereği bir çalışana farklı davranır. Diğer çalışan bu farklılığın farkında olmadığı ya da onu anlamadığı için itiraz eder ve idarecisini adaletsizlikle suçlar. Halbuki adalet, çoğu zaman her insana farklı farklı davranmayı gerektirir. Adaletin nerede eşitlik nerede insana göre farklılık şeklinde uygulanacağını ise, idareci basiret ve firasetiyle iyi belirlemelidir.

 

İstişare

İdarede istişare bir esastır, temeldir ve öyle de olmalıdır. Teoride zaten bu böyle kabul edilir fakat pratikte istişare bazen değerini ya da fonksiyonunu yitirir. İstişare hem çok değerli hem de çok fonksiyonel ve canlı bir müessesedir. Çünkü ister siyasî, ister ticarî, ister eğitim dalında isterse başka alanlarda olsun ortada idare edilen bir ortaklık/ortak iş vardır. Aklın ve mantığın gereği olarak bu ortaklıkta herkes söz sahibidir ve öyle de olmalıdır. Bu yüzdendir ki, istişare esnasında idarecinin her hangi bir şekilde baskısı, tahakkümü ve aceleciliği olmamalıdır. İstişarede herkes rahat düşünmeli, kendini rahat ifade edebilmelidir. Dahası, istişarede idareciden korkan, çekinen, kendini rahat ifade edemeyen kişiler varsa –ki böyle kişiler aslında istişare ehli değildir- idareci onları fikir beyan etmeye cesaretlendirmeli, ısrarla görüş almalı ve bir şekilde konuşabilecekleri ortamı oluşturmalıdır. Sözlü olarak bunu başaramadığı takdirde yazılı şekilde fikirlerini almalı, yani bir manada anket diline başvurmalıdır.

İdarecinin istişare özelliği açısından dikkat edilecek diğer bir nokta, istişare ehlinin seçimidir. Az önce ehliyetten bahsetmiştik. Bu özellik, istişareye katılanlarla alakalı olarak da aynen geçerlidir. Yani istişareye katılan kişi kendisiyle istişare edilmeye ehil olmalıdır. Ehliyetten maksat burada, kişinin teknik olarak o işle alakalı, o işten yetkili, o iş hakkında fikirler ve çözüm üretebilen olması, ahlaken de korkak, hasetçi, kinci, aşırı hırslı, egoist, cahil olmamasıdır. Hem teknik hem de ahlakî donanımıyla temayüz etmiş fertlerden oluşan bir istişare heyetinde kararlar Allah’ın izniyle her zaman isabetli, tatminkar ve ufuk açıcı olacaktır. Bu noktada Hazreti Ömer b. Abdülaziz’in (r.a), devlet başkanı olunca, etrafına ilim ehli, tecrübeli ve takvalı alimleri toplayıp onlarla istişare ettiğini hatırlayabiliriz. Bu sayededir ki, fitne kazanı gibi kaynayan geniş coğrafyalı bir devlet iki buçuk yıl gibi kısa bir zamanda huzura kavuşmuştu.

Şu hususu da hatırlatıp geçeyim: Bazen rutin istişare heyetinin dışında, yapılan işlerle ilgili kişi ve uzmanlardan yardım almaya da istişare heyeti açık olmalıdır. Bu da selim aklın bir gereğidir. Zira, insan her zaman başka bilgilere ve bilenlere muhtaçtır. “Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (Yusuf, 76)

İstişareyle alakalı çok yazılı, sözlü ve görüntülü kaynak bulunduğundan dolayı üzerinde daha fazla durmuyorum.

 

Problem çözme

İdarecinin en önemli bir vasfı da problemleri çözüme kavuşturmaktır. Bunu bazen tek başına da yapabilir –ki anlık karar isteyen küçük işlerde genelde bu yol kullanılır –  ama çoğu zaman çözümler bir heyet bakış açısı ister. Bu yüzden problemler istişareye arz edilmelidir.

Günümüzde genel olarak yaşanan problemlerden biri, gelen şikayet ve oluşan kanaat karşısında karşı tarafın dinlenmemesidir. İdareci, her hangi bir anlaşmazlık ya da problemde tarafları mutlaka dinlemelidir. Hatta artık problem olarak görülen ve çözümü bulunamadığı düşünülen kişilerle bile görüşülmeli, kimse ademe mahkum edilmemelidir. Zararın neresinden dönülse kârdır.

Anlaşmazlıkları gidermede çoğu zaman ortalıkta gezen sözler, dedikodular büyük problem oluşturur. Bu yüzden idareci, problemi çözebilmek için öncelikle delil, şahit ve belgelere göre hareket etmelidir. Bu, suizan, kin, düşmanlık vs duygularla hareket etmenin önüne geçtiği gibi haksızlıklara da mani olur.

Bazı problemler vardır, çözümü zaman ve ince siyaset ister. Bazı problemler de vardır anlık çözüm ister. Bu ikisinin arasındaki farkı farketmek idarecinin ve istişare heyetinin basiret ve kararına kalır. Büyümeye meyyal problemler sebepler dairesinde vakit kaybetmeden çözülmeye çalışılmalıdır. Hemen çözmeye girişmek krize sebebiyet verecek ve problemi daha da büyütecekse, onu zamana bırakmak gerekir. Allah Resulü döneminde nice köklü problemler uzun zamanda çözüldüğü gibi insan zaaf, tabiat ve karakterinden kaynaklanan problemler de kısa vadede zamana bırakılmıştır. İçki faiz gibi kötü unsurlar uzun zamanda toplumdan kaldırıldığı gibi, Ka’b b. Malik’in bir seferberliğe katılmamasının oluşturduğu problem, elli günlük bir tavırla çözülmüştür. Bu tavır bir ceza olarak da düşünülebilir ama aynı zamanda bir çözümdür.

Kısa ya da uzun vadede çözülecek problemlerin ayırımında, kul hakkına girilip girilmediği, kamu hukukunun ihlal edilip edilmediği hususu bir ölçü olarak benimsenebilir. Kul hakkı ve kamu hukuku ihlal edildiği durumlarda meseleye acil çözüm bulma yoluna gidilmelidir. Zira bu tür bir problemin büyümesi ve önü alınamaz hale gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir ihtimal olmasa bile, kul hakkının çiğnendiği yerde, acil çözüm -daha fazla kul hakkı çiğnenmeye sebebiyet vermeyecekse- şarttır. Çoğu zaman yaşandığı üzere, en dar dairede ikili görüşmelerle hallolacak ve tatlıya bağlanacak bir mesele, çözüm endeksli görüşmeler yapılmadığından dolayı büyüyüp toplumsal bir hal alabilmekte ve o safhadan sonra çözüm için büyük gayretler, enerjiler, zaman ve para sarf edilmekte, buna rağmen yine de kalıcı bir çözüme ulaşılamamaktadır.

Problem çözümünde dikkat edilecek diğer bir husus, meselelerin çözümünde, katkısı olacağına inanılan ve güvenilen kişilere havale yapılmasıdır. Sulh mahkemelerinin yaptığı/yapması gereken işe benzer bu. Osmanlı zamanında bu mahkemelerin ve heyetlerin yargıya büyük katkıları olduğu bilinir. Bu katkısından dolayıdır ki, çözümün idarecide olmadığını düşünenler ya da problemi kendisinin çözemeyeceğine inanan idareciler, her iki tarafın da sevdiği, güvendiği kişilere meseleyi havale edip çözümü ondan isteyebilirler. Tabi baştan, her iki tarafın da bu güvenilir kişinin vereceği karara saygı göstermeleri konusunda anlaşmaları şartıyla..  

İdareci, idaresindeki herkesi hatta en aykırı fıtratları en muhalif görüşlüleri dahi idare etmekle mesuldür. İnsanlık rehberi Efendimiz’den (sas) gördüğümüz budur. O, herkesi bir şekilde idare etmiş, herkesin gönlünü kazanmış, böylelikle mükemmel bir idarecilik örneği sergilemiştir. Temel bakış açısı, Efendimiz’de en güzel örneği görüldüğü üzere insanların gönlüne girmek, onlarla saygı ortamında iş yapmak, karşılıklı sevmek sevilmek olursa, idari işler daha kolay ve yolunda olacaktır. Tabi böyle bir karakter sergileyebilmek için de bilgi ve tecrübenin yanında sabır, fedakarlık, anlayış, alttan alma gibi yüksek insanî erdemler gerekecektir. Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “ İdarecilerinizin en hayırlısı, karşılıklı sevip sevildiğiniz ve dualaştığınız kimselerdir. İdarecilerinizin en kötüsü de, sizin onlara onların da size buğzedip lanetleştiğiniz kimselerdir.” (Müslim, İmâre 65).

Problem olan ya da görülen kişilerle alakalı nazarda tutulması gereken noktalardan biri de, idarenin de o kişinin problem yaşamasında pay sahibi olabileceği hususudur. Zamanında görüşmemek, ciddîye alıp kişinin problemlerini dinlememek gibi ihmaller söz konusu olabilir.  Böyle bir ihmal varsa, şartlanmışlığın kurbanı olmadan, zararın neresinden dönülse kârdır düşüncesiyle hareket edilmeli ve geçmişin telafisine bakılmalıdır. Bu yaklaşım, probleme konu olan kişiyi de orta noktaya çekecek, sıkıntının giderilmesinde olumlu rol oynayacaktır. Kangren haline gelmiş olsa bile problemin seyrini bir yerde durdurma ve  bazen tamamen bitirme ihtimali söz konusudur.

Kamu hukukuna zarar veren, yanlış yönetimlerde bulunan, zulmeden kişiler, idareciler tarafından vazifeden alınmalı, mümkün olduğunca insan idaresinin dışındaki işlerde istihdam edilmelidirler. Zira insan en büyük sermayedir. Bir insan yüzünden pek çok kişinin canının yanması, sıkıntı yaşaması, moral ve motivasyonunun bozulması insana zulümdür. Bu zulümlere sebebiyet veren kişiyi alıp daha hafif işlerde istihdam etmek, bu mümkün değilse bir süre beklemeye almak, bu arada kendini kontrolden geçirmesini, manevi olarak beslenmesini sağlamak gerekir. Allah Resulü şöyle buyurur: “Allah’ın kendisine idarecilik nasip ettiği bir kul, idaresi altındakileri aldatmış bir hâlde âhirete göçerse, Allah onu cennetten mahrum bırakır.” (Buhari, Ahkâm 8; Müslim, İmâre 21)

 

Şeffafiyet

Şeffafiyetin idarecinin şahsına ve malî tasarruflarına bakan iki yönü vardır.

Şahsına bakan yönü itibariyle idareci açık, rahat, kendisine ulaşılabilir, kendisiyle anlaşılabilir, konuşulabilir biri olmalıdır. Bazı idarecilerin yanına yaklaşmaktan, onlarla karşılaşmaktan korkar insanlar. Tıpkı sürekli bir şeyler buyuran ya da kızan bir babayı gören çocukların gizlenmeleri, yön değiştirmeleri, babalarını atlatmak istemeleri gibi. Bu durumun en büyük sebebi, babanın ve idarecinin kendisidir. Belki küçük bir kısmı, halkın konuşma ve tenkit etme cesaretini ortaya koyamamasıyla da alakalıdır. Fakat şeffafiyet önce idarecide olmalıdır ki, halk da şeffaf ve rahat olsun. Bu, rahatlığın sadece dünyadaki getirisidir. Ahirete bakan yönünde ise büyük bir müjdeye mazhardır. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), rahat, kolay anlaşılır, külfetsiz, insanlara yakın olan kişinin cehenneme haram olacağını müjdeler. (Müsned, 3938)

Evet iş en başta idareciye düşer. İdareci düşünebilen, düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilen, farklı düşünceleri de dinleyebilen olmalıdır ki, etrafındakiler de ona karşı rahatlıkla fikirlerini açıklayabilsin, sağlıklı bir diyalog kurabilsin. Rahat olma ve sakin düşünme, genellikle problemleri çözer. Problemlerin büyüdüğü yerlerde çoğu zaman sebep olarak idarecinin rahat olamayışını, sakin bir ruhla meseleye eğilemeyişini görürüz, müşahede ederiz ve hissederiz. Baştan böyle bir sükunet ortaya konmayınca zamanla mesele katılaşır, kronikleşir.. duygularla beraber ilişkiler de kopar ve mesele çözümsüz olarak ortada kalıverir.

Şeffaf olmanın en önemli göstergelerinden biri, hayalî ve hamasî konuşma ve davranışlardan uzak durmaktır. Çünkü böyle bir davranış karşısında realiteler kaybolur gider. Duygular tahrik olur ve sonra da söner. Bunlar halkın beklentilerini karşılamaz. Sadece bir süreliğine onları motive eder. Fakat realitelerle her zaman iç içe yaşayan insanlar, o hayallerle realiteleri birleştiremeyeceklerinden dolayı büyük hayal kırıklıkları, yıkılmalar, kopmalar, bölünmeler yaşanır. Bu yüzden idareci realiteler neyse ona göre konuşmalı, davranmalı ve karar vermelidir. Sebepler birer yol haritasıdır. İdareci sebepleri değerlendirerek ilerlemeli, insanî ilişkilerdeki merdivenleri atlamadan çıkmalı, hiç bir şeyi ve hiç kimseyi ihmal etmemeye çalışmalı ve bu yönüyle, idare ettiği müessese ya da toplumun canı kanı olmaya çalışmalıdır. Realiteler göz önünde bulundurularak sebeplere riayet edildikten sonra, yapılanların ötesinde bir neticeyi ümit etmekte bir mahzur yoktur. Bu, Allah’ın rahmetine itimadın gereğidir. Ancak adımlar hep sebeplerle ve sebeplere göre atılmalıdır. Nihayetinde o sebepleri yaratıp önümüze koyan da Allah’tır. Sebeplere riayet, kulluğumuzun önemli bir yönüdür.

Şeffafiyetin bir diğer önemli yönü de halkı bilgilendirmedir. Halkı bilgilendirme, idarecinin gündeminde özel bir yer tutmalı, o bunu sadece istişarelerde, toplantılarda değil, ayrı bir vakit ayırarak ya da değişik vesileleri değerlendirerek de yapmalıdır. Hatta bu iş için periyodik özel bir vakit de belirlenebilir. Bilgilendirme olmazsa, halk kendisi ve çalıştığı müessese ile ilgili sağlıklı ve doğru bilgiye ulaşamaz, en küçük meselelerde dahi ortalıkta dedikodular gezmeye başlar. Bu da zamanla herkesi yıpratır hatta yapıyı bile yıkabilir.  

Mal varlıkları/şahsî imkanlar/tasarruflar

Şeffafiyetin malî tasarruflara bakan yönüne gelince;

Bir idarecinin en çok takip edilen yönlerinden biri, yaşadığı hayat standardıdır. İster istemez herkes, refah seviyesi açısından kendisini idarecisiyle kıyas eder. Arada ciddi bir fark olduğunda bunu problem olarak görür. Bir kısım dünya işleri yaparak ya da babadan kalma mirasla zengin olan ve bu zenginliği hayatına yansıtan idareciler de olabilir. Bunlar iş adamı nevinden patronlar ise onları konumuzun haricinde tutuyorum. Halkı idare etme konumunda olan ve aynı zamanda zengin olan idarecilere gelince, bunlar özellikle siyasetçiler ve Allah rızası yolunda hizmet edenler ise, onların daha da hassas olmaları gerekmektedir. Bu iki sınıf idareci, varlıklı da olsa mütevazi yaşamalıdırlar. Çünkü bunlar halka örnek olma konumundadırlar. Örnekliğin bir önemli bir yönü de, insanları suizanna, yanlış anlamaya sevk etmemektir. Halk kendinde olmayanların liderlerinde, idarecilerinde olduğunu görünce ya tenkit eder ya haset eder ya da suizanna kapılıp kazancın kaynağını merak eder. Bu üç şey, gerekli açıklama yapılmaz veya istikamet kazanılmazsa, zamanla güvensizliğe yol açar. Bu yüzden idareciler zengin de olsalar, hatta toplumun genel refah seviyesi zamanla artsa da, konforlarını arttırmayı düşünmemeli, sade hayattan vazgeçmemelidirler.

Bu özelliğin en güzel misallerini Peygamber Efendimiz’de ve dört halifede görürüz. Onlar yokluk, kıtlık zamanında yaşadıkları hayatı, ganimetlerin oluk oluk aktığı, ticaretin bereketlendiği bolluk dönemlerinde dahi terk etmemişler, her zaman sıradan bir insanın hayat standardında yaşamışlardır. Hatta Efendimiz, zamanının en fakir insanlarından biri olarak hayatını tamamlamıştır. Bu konuda ideal örnek Efendimiz ve dört halifedir. İslam Tarihi boyunca Efendimizi ve dört halifeyi örnek alarak yaşayan idareci sayısı az değildir. Fakat çoğunlukla bu çizginin korunamadığı, gereksiz harcamalara, şatafatlara, lüks denebilecek hayat tarzlarına girildiği de bir gerçektir. Bunlar, tarihte ve günümüzde tenkide uğramış, yadırganmış ve belki de arkalarından lanetle anılır hale gelmişlerdir.

İdareci, oturduğu evden, kullandığı arabaya kadar her şeyinde mütevazi olmalı, maslahat ya da zaruret gereği ekstra bir durum varsa halka bunun açıklamasını yapmalıdır. Babası zengin olabilir, babasından ya da kayınpederinden miras kalmış olabilir, bir yerden sürpriz bir helal kazanç, iş dışında bir hediye gelmiş olabilir. Bunlar gayet insanî hallerdir ve şer’an bir mahzuru yoktur. Fakat bunların hayat standardına yansıtılması, idare dairesindeki insanlarda şüphe uyandırır. Sorgulamaya sebebiyet verir. Bir açıklama yapılmazsa dedikodular çoğalır ve idareciye güven sarsılır. Bu durumlarda ya bir açıklama yapılması ya da en güzeli hayat standardının beraber çalışılan insanlar gibi normal ve makul seviyeye çekilmesi gerekir. 

Diğer bir husus idareciyle müessese imkanlarının karşılıklı durumudur. İdareci, idare ettiği müessesenin imkanlarını kendi şahsi işleri için kullanmamalı, kullanmışsa bedelini ödemelidir. Bu konuda oluşan örf (meşru âdet) varsa ona göre hareket edilebilir. Fakat bazen idarecinin bu örfleri bile kullanmaması yerinde olur. Örf kelimesini biz hep olumlu/şerî ölçülere uygun manasında kullanırız. O yüzden parantez içi meşru âdet açıklamasını yaptım. Şer’î ölçülere uymayan âdetler örf sayılmaz. Örf, hayatın kolaylığı açısından başvurulacak bir kaynaktır. İdareciler de bu kaynaktan istifade edebilir, örfteki uygulamaları kendi hayatlarına tatbik edebilirler. Kimse de bunu yadırgamaz. Ancak herhangi bir suizana sebebiyet verebilecek durum varsa ortada, bundan da kaçınmalı, gerekirse örfü de tek etmelidirler. Bu risk daha çok malî tasarrufta, ev ve araba standartlarında kendini gösterir.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir konu, hediyelerle alakalıdır. Her yönetici hediye alır verir, bunda anormal bir durum yoktur. Fakat bilhassa iş başında veya işten/konumdan dolayı alınan hediyeler, eğer müessese adına alınmıyor, şahsa malediliyorsa bu tehlikelidir. Özellikle vazife başındayken alınan hediyelerin sakınca derecesi daha yüksektir. Efendimiz (sas), vazife başında alınan hediyeleri hoş görmemiş, selef-i salihîn de bunları birer hediye görünümlü rüşvet olarak değerlendirmişlerdir. Bu sebeple tedbiren, alınan hediyeler umuma mal edilmeli; yenecek şeyler personel ile beraber yenmeli, kullanılacak eşyalar müessese içinde istihdam edilmelidir.

İdarecinin malî konularda dikkat etmesi gereken diğer bir konu aşırı borçlanmamasıdır. Zira normalin dışında aşırı şekilde borçlanmak, hem idarecinin psikolojini etkiler hem de bunu bilen personel tarafından suizanla karşılanır. Gizli bir takım tasarruflarda bulunduğu, kapalı işler çevirdiği, farklı bir hayat yaşadığı şeklinde yorumlanır. Hem idarecinin bozuk psikolojisi hem de personelin olumsuz bakış açısı, doğrudan işe ve müesseseye zarar verir.

Bahsedilen bu ve benzer mevzularda kuralları belirleme ya da belirlenen genel kuralları uygulama şahsî inisiyatiflere bırakıldığında eğer ölçüler korunamıyorsa, tüzükler hazırlanmalı, herkes ortak tüzüğe tabi olmalıdır.

 

Tevazu

Tevazu öncelikle Allah’a karşı gösterilmelidir. Bu da insanın Allah karşısındaki konumunu bilmesiyle mümkündür. Allah kusursuz, noksansız, her şeyi bilen, gören, duyan yaratıcıdır. İnsan insan kusurlu, hatalı, eksik, her şeyi bilemeyen, göremeyen, duyamayan, düşünemeyen bir varlıktır. Teoride bu böyle kabul edilmekle beraber hayatın değişik tecellileri karşısında insan kendini hatasız, kusursuz görmeye meyleder. Başarısızlıkları, hataları üzerine konduramaz. Sadece kendisi hakkında değil, çocukları, eşi, tabi olduğu grup hakkında da böyle düşünebilir. Bu psikolojik alt yapıyla yaşamak, Allah’a karşı saygısızlık olduğu gibi insanlarla münasebette de pek çok probleme yataklık yapar. Bu yüzdendir ki, idareci, hataları, başarısızlıkları kendisine konduramama gibi bir hamlığa girmemelidir.

Dediğim gibi, bunu teoride herkes kabul eder ama bunları reflekslerimize kadar pratiğe yansıtmakta problem yaşarız. İdareci kendini kasar, etrafa üstten bakar, hataları sağa sola dağıtır, başarılarda methedilmeyi ister, başarısızlıklarda etrafında suçlu ararsa, o müessesede istenilen verim alınamaz ve bir ilerleme kaydedilemez. Böyle bir yapı, her an dağılmaya hazır demektir. Çünkü, böyle bir iradecide insanları etrafına toplayacak bir çekicilik, bir cazibe yoktur. İnsanları toplayan, organize eden güç ise, yumuşaklık, anlayış, dertleri paylaşma, hatayı kabul, istiğfar, özür ve her halükarda istişaredir. Bu konuda Uhud’da yaşananlardan sonra nazil olup bize bu önemli değerleri talim eden Âl-i İmran 159. ayeti hatırlatmakta fayda var. Ayrıca Allah Resulü’nün şu ikaz ve müjde buudlu beyanlarına şahit oluruz:  “Allahım! Ümmetimin idaresini uhdesine alıp da onlara meşakkat ve sıkıntı veren idareciye Sen de sıkıntı ve darlık ver! Keza ümmetimin idaresini üstlenip de onlara yumuşak davranan ( kolaylık gösteren) kimselere Sen refîk ol ( kolaylık göster)!” (Müslim, İmâre 19).

Tevazuun bir yansıması da kol kanat germedir. İdareci hadisin ifadesiyle râî (çoban) olarak mesul olduğu insanlara şefkatle yaklaşmalı onları sevgiyle kucaklamalı ve babacan tavırlarıyla korumalıdır. Bir idareci olarak Efendimiz’e Allah Teala şöyle buyurur: “Sana tabi olan müminlere

kol kanat ger!” (Şuarâ, 215). İnsanlar, idarecilerine tabidirler. Ev halkı ev reisine, okul çalışanları okul müdürüne tabidir. Öyleyse kendilerine tabi olunan makamında duran bütün idareciler, kendilerine tabi olan konumundaki insanlara kol kanat germekle mesul tutulmuşlardır. Tıpkı annelerin yavrularına yaptıkları gibi.. Bir hadiste Efendimiz şöyle buyurur: “İdaresi altındaki insanlara sahip çıkıp onları korumazsa, cennetin kokusunu bile alamaz.” (Buhari, Ahkâm 8).

İdarecinin tevazuunun bir diğer göstergesi, bilmediği bir konuda rahatlıkla bilmiyorum diyebilmesi, bununla da kalmayıp o konuyla alakalı düşünmesi, araştırması ve bunlar için süre istemesidir. Her şeye her zaman cevap yetiştiren, insanları dinleme esnasında kafasındaki hazır şablonlarla karşılık veren ve dolayısıyla da muhatabını tam dinlemeyen idareci, her şeye cevap vermiş olsa da muhatabının problemlerini çözmüş olmaz.   

Son olarak tevazu ile alakalı şu noktayı da hatırlatayım: İdareci okuyarak, dinleyerek, araştırarak, sorarak her yönden kendini geliştirmeye açık olmalıdır. Kendini yeterli kabul edip geliştirmek için bir şeyler yapmayan, mesleki formasyonlara kapalı, alıcıları zayıf, kendini hep verici konumunda gören idareci, bir yerde tükenir ve etrafa yük olmaya başlar. Çünkü verebildiği bir şey yoktur aslında. Kendini tekrarlamaya başlamıştır. Bir de her şeyi kendine bağlamış, etraftan istifade yollarını açmıyorsa insanlara, bu tamamen kapalı devre çalışma ve bir kısır döngü manasına gelir ki, çekilir bir şey olmaktan uzaktır.

 

İdarî Teknikler

Teknik açıdan idareciliği irdelediğimde şu hususlara dikkat çekmek isterim:

İdarecilik, kazanılmış bir hak değil, ihtiyaca binaen verilmiş bir vazife olarak görülmelidir. Bu takdirde vazife, ihtiyaç ölçüsüne göre belirleneceğinden hayat boyu idarecilik düşüncesi yerinde bir anlayış olmadığı anlaşılacaktır. Bu sebeple idarecilik için belli bir süre tayinine gidilebilir. Ortak kabul ile belli bir süre tayin edildikten sonra, zaruret ve ya da maslahat durumlarında bu süre bazı şahıslar için kısaltılıp uzatılabilir. Başarısız ve geçimsiz bir idarecinin süresi dolmadan azli düşünülebileceği gibi, başarılı ve geçimli idarecilerin görev süresi uzatılabilir.

Öte yandan idareci, ‘idareci’ olmalıdır. Yani her işi bizzat iştirakle yönetmeyi değil, kurduğu sistemle ve yetkili kıldığı insanlarla idare etmeyi hedeflemelidir. İyi bir iş taksimi yapmalı ve işlerden ziyade iş verdiği insanları takip etmeli ve hesap sormalıdır. ‘Her şeyi bilmeliyim, her şeyden her zaman haberdar olmalıyım ki müdahale edeyim’ anlayışı, idareciyi de halkı da yorar, yıpratır. Bunun yerine kuracağı iyi bir işletim sistemi ve denetim mekanizmasıyla daha rahat hareket edebilir, hem kendi müsterih olur hem de beraber çalıştığı insanlar.

Bu husus, aslında Allah’ın esma, sıfat tecellîleriyle irtibatlı olarak da düşünülebilir. Nasıl ki, Allah, Zâtı itibariyle birdir ve hiç bir yerde görünmez, ancak sıfat ve isimleriyle her yerde hâzır ve nâzırdır. Bir idareci de –Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma babından – bizzat her yerde olmamalı, kurduğu düzen ve koyduğu ilkelerle her yerde olmanın yollarını aramalıdır. Diğer bir tabirle idareci, mekanizmayı, müesseseyi, ilkeler üzerine inşa etmeye çalışmalıdır.

İdareci iyi bir denetim mekanizması kurmalı, hatta zor bir şey gibi görünse de sağlam ilerleme adına kendini bile kontrol ettirmelidir. Zira bir müessesenin selametle ilerlemesi için dıştan ziyade iç denetim önemlidir. İç denetimde her şeyden önce samimiyet vardır, kendine güven vardır, gelişmeye açık olma niyeti vardır. Dıştan gelecek bir denetim, çoğu zaman yapıcılıktan uzaktır, şekilciliğe sevk eder, muvakkat kontrol gibi olur. Denetleyicilerin zaaflarıyla da irtibatlı olarak bir kısım süistimallere açıktır.

İdareci, ben merkezli değil istişare merkezli bir işletim anlayışına sahip olmalıdır. Diğer bir ifadeyle biz merkezli bir yönetim anlayışına.. Bu hem insanîdir hem de akıl mantık bunu gerektirir. Fakat pratikte bunun o kadar kolay olmadığı anlaşılır. Bir idarecinin her meseleyi istişareye, yönetim kuruluna arz etmesi, onun zihin yapısıyla doğrudan alakalıdır. Zihin yapısı buna göre oluşmamış idareciler, her meseleye hemen çözüm sunma aceleciliği ile hareket eder, bu da bazen problemleri çözmeye yardım etse de çoğu zaman kargaşaya, tenakuzlara, yönetim ekibinin iç tepkilerine sebebiyet verir. Böyle bir anlayışla yapının uzun süre sağlıklı devam etmeyeceği açıktır.

“İdareci ve İletişim” başlıklı yazıda da dediğimiz gibi idarecinin çalışanları dinleme saati olmalıdır. Bu hususu o yazıya havale ederek geçiyorum.

İdareci iş takibi yapabilmelidir, zamanı iyi kullanmalı, işlerini randevu ile yapmalı, randevulara riayet etmelidir. Katı prensipçi olmamalı, insanî aksamaları, ihtiyaçları gözönünde bulundurmalı ve icab ettiğinde müsamahanın gereği prensipleri muvakkaten esnetebilmelidir. Bu, zaruretten dolayı haramların geçici olarak helal haline gelmesi prensibiyle irtibatlı da düşünülebilir. Kaldı ki burada haramlık söz konusu olmayıp sadece insanlar tarafından alınmış prensiplerin toleranslı uygulanmasıyla alakalı bir durum vardır.

Her idareci aynı zamanda bir yetiştirici olmalıdır. Bu elbette kabileyetle alakalıdır. Bazı idareciler yetiştirici olamayabilirler. Ancak temel anlayış olarak her idarecide bu düşünce bulunmalıdır. İdareciler iradi olmasa bile gayri iradi yetiştiricidirler aynı zamanda. Kadrosundaki her bir insan, idarecisini şöyle böyle model alır. Onda gördüğü davranış şekillerini benimser, bazen istemese bile onun gibi davranır. Çünkü sürekli gördüğü ve muhatap olduğu yönetim şekli, idarecisine aittir. İster istemez zihnen onu modelleyecektir. Bununla beraber kötü idarelerde yetişip de güzel idareci olanlar da çıkabilir.

Bu konunun devamı olarak şu hususa da temas edip bu başlığı kapatmak istiyorum: İdareci kabiliyetlerin önünü açmalı, gelişmeleri/geliştirilmeleri için onlara imkanlar sunmalı, kabiliyet sahiplerini teşvik etmelidir. Birileri benim önüme geçer diyerek insanların yolunu kapatmamalı, kendisinden daha iyi idarecilerin yetişmesi için gayret etmeli, sonunda arkasında pek çok insana iyi bir idareci olma yollarını açmış faziletli biri olarak yad edilmeyi hedeflemelidir. Nitekim Hazreti İbrahim aleyhisselam da Allah’tan gelecek nesiller arasında yâd-ı cemil olarak kalmayı talep etmişti. (Şuara, 84).

Genel Davranışlar

Burada aynı zamanda yazının bir özeti mahiyetinde bazı davranış şekillerini sıralayacağım:

İyi bir idareci;

  • Ehliyet sahibi olmalı. Ehliyet; bilgi, tecrübe ve iş ahlakına sahip olmaktır.
  • İnsanları dinlemeli, dertlerine derma olmaya çalışmalıdır.
  • İnsanlara mesafe koymamalı, kapısını, telefonunu kapatmamalı, sürekli iletişime açık olmalıdır.
  • İstişareyi ihmal etmemeli, istişareyi gereken keyfiyette yapmalıdır.
  • Kendi aleyhine de olsa adaletli olmalı, herkese hakkını vermelidir.
  • Hem davranışlarında hem de malî tasarruflarında şeffaf olmalıdır.
  • İnsanı iyi tanımalı ve insani değerleri öncelemelidir.
  • Herkesi olduğu gibi kabul etmeli, vazif başındayken kimseyi kimseyle kıyaslamamalıdır. Ancak tayin edeceği kişileri seçerken elbette bir kısım kıyaslar yapacaktır.
  • Başarılı çalışanları takdir etmeli ve ödüllendirmelidir.
  • Tahakküm kurma yoluna gitmemeli, acele karar vermemeli, istişareyi, heyetin kararını esas almalıdır.
  • Şefkatli olmalı, idaresi altındakilere kol kanat germelidir.
  • Tayinlerde ehliyet ve liyakati esas almalıdır.
  • Çalışanlara güvenmeli, güvendiğini göstermelidir.
  • Çalışanları sevmeli, sevgisini göstermelidir. Seven sevilir. Karşılıklı sevginin olduğu yerde işler kolaylaşır, bereketlenir, problemler daha rahat aşılır.
  • Çalışanlarla münakaşaya girmemeli, meseleyi düşünmeye bırakmalıdır.
  • Kızmamalı, sabırlı olmalı, kinci olmamalı, nefret saçmamalıdır.
  • Suizan değil hüsnüzan eksenli düşünmeli ve hareket etmelidir.
  • Fedakar olmalı, yapılan işlerinde içinde mutlaka kendisi de bulunmalıdır. “Bir topluluğun efendisi, onların hadimidir” hadisini rehber edinmelidir.
  • Aşırı üzüntü ve aşırı sevinçten, tahrike açık olmaktan kaçınmalıdır. Bunlar insana yanlış iş yaptırır, onu gözden düşürür, zamanla güveni zedeler.
  • Ümitli olmalı, etrafına da ümit saçmalı, onları motive etmelidir.
  • Alaycı, aşağılayıcı konuşmalardan kaçınmalı, idaresi altındaki kişileri gıybete kesinlikle girmemelidir.
  • Ve son olarak bir hadis-i şerifi hatırlatalım: “Müslümanların sorumluluğunu üzerine alıp da onlar için çalışıp didinmeyen idareci, onlarla birlikte cennete giremez.” (Müslim, İman 229, İmâre 22).